10 Haziran 2014 Salı

Hafta 3: Eski Türkler ve İslamiyet'te Siyasi Düşünceler

ESKİ TÜRKLER VE İSLAMİYET’TE SİYASİ DÜŞÜNCE
Eski Türklerde toplumun çekirdeğini kan bağına dayalı aile sistemi oluşturur. Türkler aileye “oguş”, büyük aileler birliğine “urug” veya “oba” derlerdi. Türkler aileye (bod, kabile), bunların birleşmesinden de siyasi birlik olan boylar birliği (millet) meydana gelir. Boy beyleri cesareti ve doğruluğu ile tanınmış kimselerden seçim yolu ile seçilirdi. Bodunların siyasi birlik içinde yapılanması, daha büyük bir siyasi oluşum olan devleti oluşturmaktaydı. Bodunların başında arazinin genişliğine ve halkın çoğunluğuna göre yabgu, şad, ilteber, hakan gibi ünvanlar taşıyan idareciler bulunuyordu. Hakan, vergi ve asker toplama, maliye ve kültürel işleri düzenleme, orduyu sevk ve idare etme, adliye işlerini düzenleme, yasama ve yürütme görevlerini yürütürdü.
Herhangi bir toplulukta, yüksek tabakanın oluşmasına geniş araziye sahip olmak, askerliği meslek edinmek ve ruhani zümreye mensup olma özelliklerinden birisi veya birkaçı yol açar. Eski Türklerin sosyal hayatlarında bu üç faktör olmadığından sınıf toplumundan söz edemeyiz. Dolayısıyla İslam’dan önceki Türklerde sosyal bir ayrıcalık söz konusu değildir.
İlk Türk devletleri ya birden fazla aşiretin anlaşarak birleşmesiyle ya da güçlü bir aşiretin diğer aşiret ve boyları egemenliği altına alarak kurulurlardı. Devleti yöneten han soyunun kutsal ve tanrısal bir dayanağı olduğuna inanılırdı. Bu inanışa “kut” anlayışı denirdi. Devleti yöneten hükümdar ailesi kutsal sayılınca, yönetme yetkisi de kutsal sayılırdı. Yönetme yetkisi sadece devletin başında bulunan hakana ait değildi, tüm hükümdar ailesine aittir. Aile üyeleri arasında hükümdarlardan sonra en yetkili kişi hakanın karısıydı (hatun). Hatunlar devlet işlerinin görüşüldüğü kurultaylara katılırlar ve yabancı elçileri kabul edebilirlerdi.
Ülke genelinde vergi ve asker toplama, orduyu düzenleme ve komutanlık etme görevleri ile yargıyı yerine getirme hükümdarın sorumluluğu altındadır. Dolayısıyla, hükümdar keyfe keder bir yönetim sergilemek yerine ata yadigarı devleti koruyucu bir misyon yüklenmis oluyordu.
Selçuklu ve Osmanlılarda asırlarca uygulanan ve önemli sonuçlar elde edilen toprak ve askeri düzenin esasını “toprak, hakanın mülküdür” kuralı oluşturmaktadır. Bu düzen bir yandan sömürücü toprak aristokrasisinin oluşmasını engellemiş diğer taraftan topraksız topraksız esir köylü sınıfının oluşmasını da engellemiştir. Ayrıca bu sistem bir yandan sosyal adalet ilkelerine daynan sağlam ve sıhhatli bir toplum meydana getirirken, bir yandan da birbirine yakın, birbirini seven cirbirine dayanan aynı ekonomik ve külütürel yaşantı içinde olan toplumun devamını sağlamıştır.
İSLAMİYET’TEN SONRA GELİŞEN SİYASİ DÜŞÜNCE
Medine döneminde Müslümanların yanında Yahudi ve putperestlerin de bulunması Hz. Muhammed’i toplumun siyasi lideri yapmıştır. Peygamberin Medine döneminde, yasama ve yürütme yetkisini, ordu komutanlığını üzerine aldığı, aynı anda hem hukuk hem de siyasi bakımdan otorite olduğu görülür.
Hicretten hemen sonra Medineliler ile Yahudi ve Hritiyanlar arasında imzalanan Medine Sözleşmesi yeni kurulan Medine Site Devleti’nin anayasası niteliği taşıyabilir.İmza koyan tarafların etnik ve dini kimlikleri bir yana, sözleşme metni din ve vicdan özgürlüğü açısından son derece önemli hukuki ve siyasi bir belgedir.
Peygamberden sonra gelişen ve bugün dahi tartışılan halifelik kavramı içerisinde meşruiyeti tartışılmayan 4 halifeden sonra Muavi ile birlikte kılıç zoruyla halifelik gelişmiştir. Daha sonra halifelik makamı batı soyluluğu gibi babadan oğula geçmiştir.
19. yüzyılda İslam dünyası demokrasi ile tanışmaya başlamıştır. 1861 yılında Tunus anayasa ilan eden ilk Müslüman ülke olurken onu 1876 tarihinde Osmanlı takip etmiştir. Daha sonraları özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra İslam ülkelerinde anayasal hareketler hız kazanmıştır. İslam alimlerine göre çogunlukla verilen kararın adaleti sağlamanın en baş koşulu olduğu düşünülürse monarşinin günümüzde sayısı azımsanamayacak seviyede İslam ülkelerinde görülmesi büyük bir ikilem doğurur.
İslam inancına göre siyasi iktidarı elinde bulunduranlar, sınırlı bir takım hak ve yetkilere sahiptir. İktidar sahipleri hak ve yetkilerini kullanırken, adalet ve doğruluktan ayrılırlarsa, toplumun idarecilere itaat etmesi gerekmediği gibi toplumsal bir direniş de makuldür. Tunus’ta başlayarak anayasal diktatörlere kafa tutan Arap Baharı bunun bir örneği olarak gösterilebilir. Bugün Suriye’de yaşanan iç çatışmanın mezhepsel yönünü bir kenara bırakırsak bunun da diktatör Esad’a karşı bu ilke gereği olduğunu söyleyebiliriz. Türkiye’de Y kuşağı olarak adlandırılan 90 kuşağı gençlerin iktidarın hak ve yetkilerini fazla aştığını iddia ederek sokaklara dökülmesi İslami bir portre sunan iktidar partisini hiç yumuşatmamış ve Peygamber’in adil olmayan liderlere karşı direnebilirsiniz sözünden bihaber bir tutum sergilemişlerdir. Burada dinin her hangi bir yerinde liderlere karşı kayıtsız şartsız itaat etme anlayışının olmadığı vurgulanmış ve günümüzde görülen yeni sosyal hareketlerin din tarafından da meşru kılındığı vurgulanmak istenmiştir.
1 YUSUF HAS HACİP (KUTADGU BİLİG)
Yusuh Has HAcip Kutadgu Bilig’de sosyal statünün belirlediği sınıf ayrımını yok saymıştır. Sınıflaşmayı önleyici sosyal mekanizmalar öneren Hacip halkı hiçbir zaman farklı ve ayrıcalıklı davranışlarla karşılaşmadığı bir insan topluluğu olarak görür. Toğlumun her kesimini ayrım gözetmeksizin yüceltmeyi amaçlar ve devleti halka hizmet etmekle yükümlü bir mekanizma olarak tanımlar. Yusuf Has Hacip bir çok siyasi düşünürden önce sosyal devlet ilkesinin gerekliliğinden söz etmiş ve vahşi kapitalizmin insanı köleleştiren tutumuna asırlar önceden bir eleştiri, insanlara da bir uyarı yapmıştır. O toplumu sosyo-ekonomik açıdan 3’e ayırmıştır; “halk arasında kuvvetli olanlar”, “zenginlerin yaptıklarını yapamayacak olanlar” ve “korumaya muhtaç fakirler”. Her grubun da devlete olan yükümlülükleri güçleri ölçüsünde olmalıdır.
Yusuf Has Hacip aklı soylu olmanın virinci koşulu sayar. Buna göre toplum içinde statü ve saygınlık kazanmak soya veya varlığa göre değil akla, bilgiye, erdeme ve yeteneğe bağlıdır. Eserinde devleti herkese –ayrım gözetmeksizin- hayat hakkı tanıyan sosyal bir olgu olarak tanımlaması da aslında soyun veya varlığın devlet nezdinde ayrımcılık kriteri olmasını eleştirmesindendir. Kanun karşısında eşitliği de savunan Hacip doğruluktan sapan hükümdarın da kanuna hesap vermesi gerektiğini savunarak hukuk devleti ilkesinden de ayrıca söz etmiştir. Sosyo- ekonomik olarak ayrıştırılan toplum incemelesinde ise dikkat çekici diğer unsur bu kategoriler arasında geçişin devlet tarafından engellenilmediği gibi teşvik edilmesi gerektiğidir. Ona göre halkın zalim hükümdarı değiştirme yetkisi en doğal haklardandır.
2 FARABİ (872-950)
Türk filozogu Farabi “El Medineti’l Fazıla” (Erdemli Toplumun İlkeleri Üzerine Kitap) isimli eserinde ideal devletin nasıl olması gerektiğini işlemiştir. Farabi İslam’da siyaset felsefesin temelini atan kişidir. Ona göre insanları toplum halinde yaşatan doğal zorunluluktur. İnsan toplum içinde yaşamadıkça mutlu olamaz.
Platon’un “Devlet” isimli eserinde görülen ütopik devlet düzenine benzer düşünceyi Farabi de taşır. Eserinde insanların bir arada yaşama ve en üst düzey teşkilatlanmadaki itici unsurları sıralayan Farabi olası 4 sonuca varmıştır:
-         Tüm varlıklardaki düzeni gören insan toplulukları, kendi aralarında böyle bir sistem kurma gereği duymuş olabilirler,
-         Kendi vücudundaki organların çeşitli fonksiyonlarını, beynin organize etmesini örnek almış olabilirler,
-         İnsan medeni bir varlıktır ve tek başına yaşayamaz,
-         İnsanları bir arada tutan şey sevgi ve adalettir, insan mutlu olabilmek için sevgi ve adaleti sağlayacak güçlü bir kuruluşa ihtiyaç duymuş olabilirler.
Ona göre ideal devlet başkanı iyi bir fiziki yapıya, sağlıklı anlama ve değerlendirme yeteneğine, kıvrak zeka ve güçlü hafızaya, doğruluk ve dürüstlük tutkusuna, yeme, içme, oyun, eğlenme gibi kaba hazlara sahip olmama, adalet sevgisine ve kararlılığa sahip olmalıdır. Eğer bu nitelikler 6 kişide ayrı ayrı barınıyorsa o devleti 6 kişi yönetebilir. Hacip bu durumda ideal bir devlet biçimden söz etmiyor sadece ideal bir devletin nasıl yönetilmesi gerektiğine vurgu yapıyor.
            3 IBN-I HALDUN (1332-1406)
            Ona göre insanın var oluş iradesi bütün zorlukların temelini oluşturur. İnsan hem kendisini korumaya hem de ihtiyaçlarını karşılamak için bir topluluğa ihtiyaç duyar. İnsan, içinde yaşadığı toplumun aynasıdır ve yeteneklerini içinde yaşadığı çevrenden alır. Diğer taraftan insan iki ayrı varlık dünyasının içinde bulunur biri hayvanlar alemi diğeri ise melekler alemidir. İrade özelliği nedeniye meleklerden, fikir özelliği nedeniyle de hayvanlardan ayrılır. İrade ve fikir gücü, beş duyu ile elde edilen bilgilerin ötesine geçerek, kalıcı olanı belirleme imkanı sağlar.
            Ona göre insan varlığının hayata uygun doğal çevre olmadan, ortaya çıkması ve devam etmesi imkansızdır. Fakat, insan zorunlu olarak başkaları ile beraber yaşarken, yakın akrabalarını uzak akrabalarından, uzak akrabalarını da diğerlerinden ayırma gereği duyar. Burada yeni güç odakları oluşur yani bu odaklardan en güçlü olan başkanlığı alır ve devleti idare eder. Ancak güç ve kuvvete dayanarak gerçekleşen vatan zamanla var oluş amacını kaybeder. Bu noktada adam kayırma başlar yakın akrabaları uzak akrabalara daha sonra da uzak akrabaları diğerlerine karşı koruma güdüsü devletin ortak dayanışma esasına aykırıdır.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder