ESKİ TÜRKLER VE İSLAMİYET’TE SİYASİ DÜŞÜNCE
Eski Türklerde toplumun çekirdeğini
kan bağına dayalı aile sistemi oluşturur. Türkler aileye “oguş”, büyük aileler
birliğine “urug” veya “oba” derlerdi. Türkler aileye (bod, kabile), bunların
birleşmesinden de siyasi birlik olan boylar birliği (millet) meydana gelir. Boy
beyleri cesareti ve doğruluğu ile tanınmış kimselerden seçim yolu ile
seçilirdi. Bodunların siyasi birlik içinde yapılanması, daha büyük bir siyasi
oluşum olan devleti oluşturmaktaydı. Bodunların başında arazinin genişliğine ve
halkın çoğunluğuna göre yabgu, şad, ilteber, hakan gibi ünvanlar taşıyan
idareciler bulunuyordu. Hakan, vergi ve asker toplama, maliye ve kültürel işleri
düzenleme, orduyu sevk ve idare etme, adliye işlerini düzenleme, yasama ve
yürütme görevlerini yürütürdü.
Herhangi bir toplulukta, yüksek
tabakanın oluşmasına geniş araziye sahip olmak, askerliği meslek edinmek ve
ruhani zümreye mensup olma özelliklerinden birisi veya birkaçı yol açar. Eski
Türklerin sosyal hayatlarında bu üç faktör olmadığından sınıf toplumundan söz edemeyiz.
Dolayısıyla İslam’dan önceki Türklerde sosyal bir ayrıcalık söz konusu
değildir.
İlk Türk devletleri ya birden fazla
aşiretin anlaşarak birleşmesiyle ya da güçlü bir aşiretin diğer aşiret ve
boyları egemenliği altına alarak kurulurlardı. Devleti yöneten han soyunun
kutsal ve tanrısal bir dayanağı olduğuna inanılırdı. Bu inanışa “kut” anlayışı
denirdi. Devleti yöneten hükümdar ailesi kutsal sayılınca, yönetme yetkisi de
kutsal sayılırdı. Yönetme yetkisi sadece devletin başında bulunan hakana ait değildi,
tüm hükümdar ailesine aittir. Aile üyeleri arasında hükümdarlardan sonra en
yetkili kişi hakanın karısıydı (hatun). Hatunlar devlet işlerinin görüşüldüğü
kurultaylara katılırlar ve yabancı elçileri kabul edebilirlerdi.
Ülke genelinde vergi ve asker
toplama, orduyu düzenleme ve komutanlık etme görevleri ile yargıyı yerine
getirme hükümdarın sorumluluğu altındadır. Dolayısıyla, hükümdar keyfe keder
bir yönetim sergilemek yerine ata yadigarı devleti koruyucu bir misyon
yüklenmis oluyordu.
Selçuklu ve Osmanlılarda asırlarca
uygulanan ve önemli sonuçlar elde edilen toprak ve askeri düzenin esasını
“toprak, hakanın mülküdür” kuralı oluşturmaktadır. Bu düzen bir yandan sömürücü
toprak aristokrasisinin oluşmasını engellemiş diğer taraftan topraksız topraksız
esir köylü sınıfının oluşmasını da engellemiştir. Ayrıca bu sistem bir yandan
sosyal adalet ilkelerine daynan sağlam ve sıhhatli bir toplum meydana
getirirken, bir yandan da birbirine yakın, birbirini seven cirbirine dayanan
aynı ekonomik ve külütürel yaşantı içinde olan toplumun devamını sağlamıştır.
İSLAMİYET’TEN SONRA GELİŞEN SİYASİ DÜŞÜNCE
Medine döneminde Müslümanların
yanında Yahudi ve putperestlerin de bulunması Hz. Muhammed’i toplumun siyasi
lideri yapmıştır. Peygamberin Medine döneminde, yasama ve yürütme yetkisini,
ordu komutanlığını üzerine aldığı, aynı anda hem hukuk hem de siyasi bakımdan
otorite olduğu görülür.
Hicretten hemen sonra Medineliler ile
Yahudi ve Hritiyanlar arasında imzalanan Medine Sözleşmesi yeni kurulan Medine
Site Devleti’nin anayasası niteliği taşıyabilir.İmza koyan tarafların etnik ve
dini kimlikleri bir yana, sözleşme metni din ve vicdan özgürlüğü açısından son
derece önemli hukuki ve siyasi bir belgedir.
Peygamberden sonra gelişen ve bugün
dahi tartışılan halifelik kavramı içerisinde meşruiyeti tartışılmayan 4
halifeden sonra Muavi ile birlikte kılıç zoruyla halifelik gelişmiştir. Daha
sonra halifelik makamı batı soyluluğu gibi babadan oğula geçmiştir.
19. yüzyılda İslam dünyası demokrasi
ile tanışmaya başlamıştır. 1861 yılında Tunus anayasa ilan eden ilk Müslüman
ülke olurken onu 1876 tarihinde Osmanlı takip etmiştir. Daha sonraları
özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra İslam ülkelerinde anayasal hareketler hız
kazanmıştır. İslam alimlerine göre çogunlukla verilen kararın adaleti
sağlamanın en baş koşulu olduğu düşünülürse monarşinin günümüzde sayısı
azımsanamayacak seviyede İslam ülkelerinde görülmesi büyük bir ikilem doğurur.
İslam inancına göre siyasi iktidarı
elinde bulunduranlar, sınırlı bir takım hak ve yetkilere sahiptir. İktidar
sahipleri hak ve yetkilerini kullanırken, adalet ve doğruluktan ayrılırlarsa,
toplumun idarecilere itaat etmesi gerekmediği gibi toplumsal bir direniş de
makuldür. Tunus’ta başlayarak anayasal diktatörlere kafa tutan Arap Baharı
bunun bir örneği olarak gösterilebilir. Bugün Suriye’de yaşanan iç çatışmanın
mezhepsel yönünü bir kenara bırakırsak bunun da diktatör Esad’a karşı bu ilke
gereği olduğunu söyleyebiliriz. Türkiye’de Y kuşağı olarak adlandırılan 90
kuşağı gençlerin iktidarın hak ve yetkilerini fazla aştığını iddia ederek
sokaklara dökülmesi İslami bir portre sunan iktidar partisini hiç yumuşatmamış
ve Peygamber’in adil olmayan liderlere karşı direnebilirsiniz sözünden bihaber
bir tutum sergilemişlerdir. Burada dinin her hangi bir yerinde liderlere karşı
kayıtsız şartsız itaat etme anlayışının olmadığı vurgulanmış ve günümüzde
görülen yeni sosyal hareketlerin din tarafından da meşru kılındığı vurgulanmak
istenmiştir.
1 YUSUF HAS HACİP (KUTADGU BİLİG)
Yusuh Has HAcip Kutadgu Bilig’de
sosyal statünün belirlediği sınıf ayrımını yok saymıştır. Sınıflaşmayı önleyici
sosyal mekanizmalar öneren Hacip halkı hiçbir zaman farklı ve ayrıcalıklı
davranışlarla karşılaşmadığı bir insan topluluğu olarak görür. Toğlumun her
kesimini ayrım gözetmeksizin yüceltmeyi amaçlar ve devleti halka hizmet etmekle
yükümlü bir mekanizma olarak tanımlar. Yusuf Has Hacip bir çok siyasi
düşünürden önce sosyal devlet ilkesinin gerekliliğinden söz etmiş ve vahşi
kapitalizmin insanı köleleştiren tutumuna asırlar önceden bir eleştiri,
insanlara da bir uyarı yapmıştır. O toplumu sosyo-ekonomik açıdan 3’e
ayırmıştır; “halk arasında kuvvetli olanlar”, “zenginlerin yaptıklarını
yapamayacak olanlar” ve “korumaya muhtaç fakirler”. Her grubun da devlete olan
yükümlülükleri güçleri ölçüsünde olmalıdır.
Yusuf Has Hacip aklı soylu olmanın
virinci koşulu sayar. Buna göre toplum içinde statü ve saygınlık kazanmak soya
veya varlığa göre değil akla, bilgiye, erdeme ve yeteneğe bağlıdır. Eserinde
devleti herkese –ayrım gözetmeksizin- hayat hakkı tanıyan sosyal bir olgu
olarak tanımlaması da aslında soyun veya varlığın devlet nezdinde ayrımcılık
kriteri olmasını eleştirmesindendir. Kanun karşısında eşitliği de savunan Hacip
doğruluktan sapan hükümdarın da kanuna hesap vermesi gerektiğini savunarak
hukuk devleti ilkesinden de ayrıca söz etmiştir. Sosyo- ekonomik olarak
ayrıştırılan toplum incemelesinde ise dikkat çekici diğer unsur bu kategoriler
arasında geçişin devlet tarafından engellenilmediği gibi teşvik edilmesi
gerektiğidir. Ona göre halkın zalim hükümdarı değiştirme yetkisi en doğal
haklardandır.
2 FARABİ (872-950)
Türk filozogu Farabi “El Medineti’l
Fazıla” (Erdemli Toplumun İlkeleri Üzerine Kitap) isimli eserinde ideal
devletin nasıl olması gerektiğini işlemiştir. Farabi İslam’da siyaset
felsefesin temelini atan kişidir. Ona göre insanları toplum halinde yaşatan
doğal zorunluluktur. İnsan toplum içinde yaşamadıkça mutlu olamaz.
Platon’un “Devlet” isimli eserinde
görülen ütopik devlet düzenine benzer düşünceyi Farabi de taşır. Eserinde insanların
bir arada yaşama ve en üst düzey teşkilatlanmadaki itici unsurları sıralayan
Farabi olası 4 sonuca varmıştır:
-
Tüm
varlıklardaki düzeni gören insan toplulukları, kendi aralarında böyle bir
sistem kurma gereği duymuş olabilirler,
-
Kendi
vücudundaki organların çeşitli fonksiyonlarını, beynin organize etmesini örnek
almış olabilirler,
-
İnsan
medeni bir varlıktır ve tek başına yaşayamaz,
-
İnsanları
bir arada tutan şey sevgi ve adalettir, insan mutlu olabilmek için sevgi ve
adaleti sağlayacak güçlü bir kuruluşa ihtiyaç duymuş olabilirler.
Ona göre ideal devlet başkanı iyi bir
fiziki yapıya, sağlıklı anlama ve değerlendirme yeteneğine, kıvrak zeka ve
güçlü hafızaya, doğruluk ve dürüstlük tutkusuna, yeme, içme, oyun, eğlenme gibi
kaba hazlara sahip olmama, adalet sevgisine ve kararlılığa sahip olmalıdır.
Eğer bu nitelikler 6 kişide ayrı ayrı barınıyorsa o devleti 6 kişi yönetebilir.
Hacip bu durumda ideal bir devlet biçimden söz etmiyor sadece ideal bir
devletin nasıl yönetilmesi gerektiğine vurgu yapıyor.
3 IBN-I HALDUN (1332-1406)
Ona göre insanın var oluş iradesi
bütün zorlukların temelini oluşturur. İnsan hem kendisini korumaya hem de
ihtiyaçlarını karşılamak için bir topluluğa ihtiyaç duyar. İnsan, içinde
yaşadığı toplumun aynasıdır ve yeteneklerini içinde yaşadığı çevrenden alır.
Diğer taraftan insan iki ayrı varlık dünyasının içinde bulunur biri hayvanlar
alemi diğeri ise melekler alemidir. İrade özelliği nedeniye meleklerden, fikir
özelliği nedeniyle de hayvanlardan ayrılır. İrade ve fikir gücü, beş duyu ile
elde edilen bilgilerin ötesine geçerek, kalıcı olanı belirleme imkanı sağlar.
Ona
göre insan varlığının hayata uygun doğal çevre olmadan, ortaya çıkması ve devam
etmesi imkansızdır. Fakat, insan zorunlu olarak başkaları ile beraber yaşarken,
yakın akrabalarını uzak akrabalarından, uzak akrabalarını da diğerlerinden
ayırma gereği duyar. Burada yeni güç odakları oluşur yani bu odaklardan en
güçlü olan başkanlığı alır ve devleti idare eder. Ancak güç ve kuvvete
dayanarak gerçekleşen vatan zamanla var oluş amacını kaybeder. Bu noktada adam
kayırma başlar yakın akrabaları uzak akrabalara daha sonra da uzak akrabaları
diğerlerine karşı koruma güdüsü devletin ortak dayanışma esasına aykırıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder