10 Haziran 2014 Salı

Hafta 5: 18. YÜZYILDAN GÜNÜMÜZE SİYASAL DÜŞÜNCELER

            18. YÜZYILDAN GÜNÜMÜZE DÜŞÜNCELER
.Aydınlanma Çağı’nın başlaması/Yakın Çağ’dan günümüze siyasi gelişmeler
Aklın ışığına dayanarak bağımsız bir insanlık kültürünü geliştirme ilk önce rönesans ile başlamıştır. Rönesans’ın bu adımını 17. Yüzyıl felsefesi akıl ile temel kural haline getirmiş, 18. Yüzyıl felsefesi ise bu yöndeki atılan adımı desteklemiş ve geliştirmiştir. Bundan dolayı bu felsefeye “Aydınlanma Felsefesi/Aydınlanma Çağı” denmektedir.
Kant’ın belirttiği gibi insan aklını kullanmayaşı yüzünden düşmüş olduğu durumdan, aklını kullanarak kurtulmuş, aydınlanma yoluna girmiştir. Akıl hep aynı akıldır ama insan onu kullanmaktan korkmuş, insan artık aklını kullanma gücüne kavuşmuştur.
Aydınlanma insan yaratılışının evrenselliğine duyulan inançtan başka bir şey değildir. Buna göre herkes aynı akla sahip olduğundan, uygun eğitimden geçmiş olan herkes aynı doğru sonuçlara ulaşır. Aydınlanma hareketini başlatan düşünürlere göre Avrupa, Orta Çağ boyunca yaşadığı bağnazlık ve batıl yaşantısını geride bırakmıştır. Bağnazlığın yıkılışında en temel zafer bilimindir.
A)   SANAYİ İNKILABI VE BUNUN AVRUPA’DA DOĞURDUĞU SONUÇLAR (Kapitalizm, emperyalizm, milliyetçilik, sosyalizm)
Buhar kuvvetinin sanayiye uygulanması, buharla işleyen makinelerin çoğalması, az zamanda çok mal üreten fabrikaların kurulması Sanayi İnkılabı ’nın yaptığı ilk ve önemli değişikliklerdir.

a.     Kapitalizm
Kapital kelimesini ünlü iktisatçı Adam Smith “gelir getiren veya gelir getirme özelliğine sahip servet/mal” olarak tarif etmiştir. Kapitalist sistemde ekonomik faaliyetler fertlerin iradesine bırakılmıştır ve devletin müdahalesine gerek yoktur. Kapitalizmin ilk temelleri Orta Çağ’ın sonlarında feodal ilişkilerin çözülmeye başladığı dönemlerde atılmıştır. Kapitalizmin faaliyet alanlarına göre gruplandırılması şöyledir; zirai kapitalizm, ticari kapitalizm, sanayi kapitalizmi, devlet kapitalizmi, refah devleti kapitalizmi.
b.     Liberalizm
Ekonomik ve siyaset felsefesinde toplum ve kişi arasındaki tüm ilişkilerde insan hak ve özgürlüklerini öne çıkaran inanç ve düşünce özgürlüğünün tanınması gerektiğini savunan ekonomik ve siyasi bir akımdır. Bu bağlamda devletin ekonomiye müdahalesinin en alt düzeyde çekilmesi gerektiğini savunmaktadır. Liberalizm, devletin bireyler ve uluslararası ekonomik ilişkilere hiçbir şekilde karışmamasını öne sürmekte ve bunu “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” ilkesi ile belirtmektedir. Diğer taraftan devlet yetkisinin bir anlamda ve her alanda kısıtlanması, bu yetkiyi elinde tutanların her hangi bir gerekçe ileri sürerek hiçbir şekilde karışmamasını savunan, devletin toplum ve kültürel ilişkilerde hiçbir belirleyici rol oynamamasını, “en iyi hükümet en az hükümet edendir” ilkesi ile savunan öğretiye ise “siyasi liberalizm” denmektedir.
c.      Emperyalizm
16. yüzyıldan itibaren dünya tarihine Avrupa yön ve şekil vermeye başlamıştır. Avrupa’nın bu üstünlüğü toplumlar arasında büyük bir eşitsizlik meydana getirmiştir. Avrupalı kendisi için “eşitlik, adalet, özgürlüğü” söz konusu yaparken, diğer toplumlara “eşitsizliği” ilke olarak kabul etmiştir. Bunların sonucunda Avrupa dünyaya “koloniyalizm” dönemi başlamıştır. Koloniyalizm döneminde deniz aşırı ülkelerde alışveriş yapmak, Hrisyanlığı ve Avrupa medeniyetini götürmesi, yeni topraklara sahip olmak gibi pek çok amaçlar için gidilmiş ve birçok koloniler kurulmuştur. Öyle ki, her Avrupalı için koloni kurmak çok normal kabul edilmiş ve esas amaç “ana vatanın” çıkarlarını korumak olarak görülmüştür.
d.     Milliyetçilik
Fransız İhtilali’nin getirdiği yeni fikir akımlarından birisi de milliyetçiliktir. Milliyetçilik, milletin ve devletin mutlak değer olduğunu kabul etmektedir. Fertler, devletin bütünlüğünü sağlayacak ve bozmayacak şekilde, devletin ihtiyaçlarına uygun yönde davranış içinde olacaklardır. Esas ideolojisini, prensiplerini 19. Yüzyılda liberalizmden alan milliyetçilik, toplumların düşünce yapılarında çok önemli değişikler yapan bir akımdır. Liberalizmin fert için öngördüğü eşitlik ve özgürlük, zamanla milletlerin eşitliği, milletlerin özgürklüğü olarak yorumlanmıştır.
e.     Sosyalizm, Marksizm
Diğer bir ismi bilimsel sosyalizm olan Marksizm, Karl Marks ve Engels tarafından devlet idaresi, toplum ve ekonomi hakkında ortaya atılan teorilerin hepsine denmektedir. Bir bakıma kapitalist ekonomik ve sosyal sistemi eleştirmek için ortaya çıkmış, atılmış bir görüştür. Kapitalizme eleştiri getirmek adına çok tutarlı bir teori olan Marksizm Bolşevik Devrimi ile Rusya başta olmak üzere tüm dünyayı etkilemiştir. Soğuk Savaş döneminde de günümüz Türkiye’sinde de hep bir tehdit olarak algılanmıştır.
                        YÖNETİMLER
1)    DİKTATÖRLÜK
Tüm yürütme gücünü tek elde toplama yetkisidir. Burjuva düşünürlerince “demokrasiye” karşıt bir terim olarak ileri sürülmüştür ve genellikle “parlamento seçimine dayanan demokratik bir rejimde toplum sınıfları arasındaki dengenin kaybolarak sınıflardan birinin ötekiler üstünde baskılı bir yönetim kurmasından doğan rejim” olarak tanımlanmaktadır. Oysa hiçbir demokraside böylesine bir denge yoktur.
2)    ARİSTOKRASİ
Toplumda var olan en iyi sınıfın monarşi ve demokrasinin karşısında yer alan yönetimdir. Aristokrasi, Platon ve Aristo tarafından geliştirilmiş bir terimdir. Platon ve Aristo, gerçek bir model olarak aristokrasiyi yani ahlak ve entelektüel bakımdan üstün ya da en iyi olan az sayıdaki insan yönetimini, en iyi yönetim olarak kabul etmektedir.
3)    DEVLETÇİLİK
Liberalizme karşı çıkarak ekonominin devlet eli ile yürütülmesi gerektiğini ileri süren sermayeci/kapitalist ekonomi anlayışıdır. Devletçiliğin başarılı olması, serbest girişim ve serbest rekabet ilkelerinin devlet eli ile yürütülmesine bağlıdır. Devleti tüm toplumsal görevleri düzenleyici olarak gören, özellikle devletin ekonomiye müdahalesini, piyasa, mal ve hizmetlerini doğrudan üretmesinin öngören anlayıştır. Devletçilikte, sanayi ve ticaret kuruluşlarının eğitim, kültür, sağlık işlerinin devletin elinde toplanması, devlet yetkisinin bireyin haklarının aleyhine olacak şekilde genişletilmesi temel ilkelerdir.
4)    ANARŞİZM
İnsan yaradılışını özü itibariyle iyi olduğunu ve karşılaşılan kötülüklerin temelde insan üzerindeki kontrolden ve politik baskıdan kaynaklandığını savunan akımdır. Toplumdan baskı ve siyasi kontrolün kaldırılmasını isteyen, devletin insanın en büyük düşmanı olduğunu söyleyen, bireylerin ihtiyaçlarını karşılamak için kendilerini diledikleri gibi düzenlemeyi savunan siyasi öğretidir. Hayatın basit hazlarla geçirilmesini, yüksek ve karmaşık düzenlemelerden kaçınılmasını öngören anarşizm, daha çok politik liberalizme yakın bir görüştür.
5)    FAŞİZM
Faşizm kelimesi İtalyanca “fascio” kelimesinden türemiştir. Anlamı “siyasi birlik” demektir. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan faşizm aşırı sağ diktatörlüğe dayanan çoğulcu demokrasiyi reddeden, marksizme karşı çıkan siyasi rejimdir. Faşizm İtalya’da Mussolini, Portekiz’de Salazar, İspanya’da Pirimade Rivera ve Franko, Almanya’da Hitler tarafından uygulanmıştır.
6)    MONARŞİ
Devlet başkanlığının ırsi olarak devam ettiği devlet şeklidir. İktidarın tek kaynağı bir tek kişidir ve iktidar, ömür boyu şartına bağlıdır. Bu bakımdan burada cumhuriyetin tanımını yaptığımızda her ikisi daha iyi anlaşılacaktır. Monarşi çeşitleri; teokratik monarşi, mutlak monarşi, meşruti monarşidir.



Hafta 4: Yeni Çağ'da Siyasi Düşünceler

YENİ ÇAĞ’DA SİYASAL DÜŞÜNCELER
Yeniden doğuş anlamına gelen Rönesans Orta Çağ ile Yeni Çağ arasından bir geçiş dönemidir. Burada yeniden doğan, Antik Çağ’ın yaklaşımı ve tutumudur. 15. Ve 16. Yüzyıllarda ise Rönesans düşüncesi en yüksek dönemlerini yaşamıştır. Kültürdeki bu değişim felsefeye de yansımış ve yeni görüşler ortaya atılmıştır. Bu yeni görüşleri şöyle belirtebiliriz:
a)     Orta Çağ felsefesinin temel konularını Hristiyanlık belirlemiştir. Bu dönem felsefesinin amacı Hristiyanlığın öğretilerini, doğmalarını akılla işlemek ve desteklemekti. Oysa Rönesans felsefesi, konularını tamamen kendisi belirlemiş ve bağımsız hareket etmiştir.
b)    Rönesans döneminde bireyden millete doğru geçiş vardır
c)     Batıda Orta Çağ’ın tek kültür dili olan Latincenin yerine milletlerin dilleri kültür dili olarak kullanılmaya başlanacaktır.
d)    Orta Çağ’ın belli başlı filozofları hep din adamları iken, Rönesans döneminde bunların yerini bilginler, yazarlar ve diğer aydınlar almıştır.
e)     Orta Çağ filozoflarının benimsedikleri doğrular Platon, Aristo ve kilise babalarının ilkelerinde bulunabilir. Rönesans filozofları için doğru bulunmuş değil, bilakis araştırılması gereken bir görevdir.
f)      Rönesans felsefesi ilk önce insanı kendisine konu etmiştir. “İnsan nedir?”, “insanın bu dünyadaki yeri ve anlamı nedir?” sorularına cevap aramaya çalışmıştır. Rönesans döneminde bu amaçla yapılan çalışmalara hümanizm denir ve hümanizmin en temel özelliği laik kültürü geliştirmek olmuştur.
g)     Rönesans’ın din konusundaki görüşlerini Martin Luther’in 1517’de başlattığı yeni bir din anlayışı hareketinde görmek mümkündür. Bu anlayışta yozlaşan Katolik Kilisesi’ne karşı bir tepki, bir protesto hareketi vardır.

REFORM
Reformun başlıca nedeni, kilisede görülen genel ahlakın bozulmasıyla onun tarafından yapılan zulüm ve haksızlıkların tahammül sınırını aşmış olmasıdır. Papalığın en yüksek amacı, ruhani otoritesini kendi dünyasının çıkarlarını sağlamak yolunda işleterek bir devlet haline gelmekti.
Rönesans ve reformla birlikte Orta Çağ düşünce sistemi zayıflama sürecine girmiş, Yunan ve Roma düşüncesine dönüş başlamıştır. Çünkü imparator-papa çekişmesi önemini kaybetmiştir. Papalık Fransa kralı Philippe le Bel karşısında yenilgiye uğrayınca, ruhban sınıfı prensler üzerindeki üstünlük iddialarından vazgeçmiştir.
MACHİAVELLİ (1469-1527)
Ona görei devletin asker olarak kendilerine yeterli olmaları, hayatlarını ve ailelerini korumak için canla başla savaşacak kendi vatandaşlarından kurulu ordulara sahip olması gerekir.
Ona göre devlet yönetiminin de kendine has ahlaki bir sistemi, değer yargıları olmalıdır. Makyavel buna “başarının moralitesi” denir. Bir devlet adamı, idaresi altındakileri korumak için bazen yalan söylemek durumunda kalabilir. Devlet adamının bunu yapmasında bir sakınca yoktur. Prens isimli eserinde şöyle demektedir: “… bir hükümdarın tilki ile aslandan öğreneceği çok şey vardır. Çünkü bir aslan tuzaklara karşı, bir tilki de kurtlara karşı savunmasızdır. Bu bakımdan bir kişinin tuzakları fark edebilmesi için tilki, kurtları ürkütüp kaçırması için de aslan olması gerekir. Yalnızca bir aslan gibi hareket edenler budaladır. Aklı başında bir hükümdar, kendi lehine olmayan şeyde söz verirken geçerli olan şartların ortadan kalktığı bir durumda verdiği sözü tutamaz ve zaten tutmamalıdır da.” Ona göre bir prens her zaman iyi olmayı değil, aynı zamanda kötü olmayı da öğrenmelidir. Bir insanda iyi, kötü, zalim, merhametli, doğru, hileci gibi pek çok çeşitli özellikler olabilir. Bu gibi karakterlerin prenste olması gerekir. Onun yapması gerekeni, kendi başarısı ve devleti için gereken ne ise onu yapmasıdır. Başarı için tüm yollar ve araçlar geçerli ve meşrudur.
Makyavel’e göre bir millete dayanan devlet güçlü devlettir. Devlet gücünü kiliseden değil miletten alır. Din, töre, hukuk da kilieye değil devlete bağlıdır. Devlet gerekiyorsa bütümn bunları bir araç olarak kullanabilir. Amaç devlettir. Ona göre ahlak devlet için vardır. Onun amacı güce dayanan ulus devlettir. Onun devleti Orta Çağ devleti gibi tanrı için değil, insan içindir.
Makyavel siyasi rejimleri, monarşi, aristokrasi ve halk yönetimi diye üç gruba ayırmaktadır. Bu rejimlerin doğuş, gelişme ve bozulma evreleri şöyledir.
a)     Monarşi: Nüfusun artması ile ilişkiler daha yoğun bir hale gelmiştir. Çoğunluğun korunması için aralarından en güçlü olanı başkan seçtiler ve onun himayesine girdiler. Zamanla başkanlık babadan oğula geçer ve bir süre böyle devam eder. Fakat oğullar babaları gibi adaletli olmazsa insanların sevgisi kine, kin korkuya, korku da zorbaşığa dönüşür.
b)    Aristokrasi: Halkın desteği ile toplumun iyileri ve cesur olanları zorbaya karşı ayaklanırlar. Zorbanın ortadan kaldırılması ile cesur ve yürekli olan işbaşına getirlir. Bu yönetime aristokrasi denir. Fakat iktidar yeniden oğulların eline geçip, yönetim tekrar bozulunca, aristokrasi oligarşiye dönüşür. Bu defa da oligarşik düzenden usanan halk, tekrar ayaklanır ve yönetimdeki zümre uzaklaştırılmış olur.

c)     Halk yönetimi: Halk zorbaların ve aristokratların yönetimilerini deneğinden bir daha bunlara iktidar fırsatı vermez. Kendilerinin etkili olduğu halk yönetimini kurarlar. Ancak bu yönetimin bozulması kaçnılmaz olduğundan, tekrar tek kişi yönetimi iktidara gelir. Zaman içerisinde yönetim şekilleri devamlı bir kışır döngü içerisinde devam eder.
Sonuç olarak Makyavel ulusal devlet düşüncesinin ilk temsilcisi olarak kabul edilir. Onun yaşadığı dönemde İtalya’da siyasi birliği sağlayacak tek unsur ona göre ulus devlet yaratmaktı. Devlet gücünü milletten almalı ve üstünde kilise olmamalıdır. Devletin hukuku dinden değil, devletin özünden türetilmelidir.
THOMAS MORUS (1480-1535)
Thomas Morus fikirlerini Ütopya adlı eserinde toplamıştır. Burada ütopya, zamandan ve mekandan soyutlanmış ideal bir toplumun tanımlanması anlamında kullanılmıştır. İlk ütopyacı ilk hafta bahsettiğim Platon’dur. Hatırlayacak olursak, Platon “Devlet” inde, bir filozof kralın yönetiminde, kişileri tam anlamı ile erdemli kılacak biçimde idare edilerin bir site kurulmasını düşlemişti.
İngiltere gibi bir ada olan Ütopya’da herkes başkaları için çalışmaktadır. Buradakilerin özel mülkü olmadığından her bakımdan eşit olan bu toplumda herkesin ihtiyaçları ile yeteneklerine göre geliştirilmesi için gerekli zaman sağlanmaktadır. Ona göre mal ve mülkün kişisel bir hak olduğu, her şeyin para ile ölçüldüğü bir yerde toplumsal adalet ve rahatlık hiçbir zaman sağlanamaz. “… insanları mutluluğa kavuşturmanın tek yolu eşitliği sağlamaktır. Mülkün tek elde toplandığı bir devlette eşitlik bulunamaz.” Ütopya adasında para yoktur. Altın ve gümüş tedavül aracı olarak kullanılır.Tüketim, nüfus ihtiyacına göre olacağından, herkes günde 6 saat çalışırsa herşey bol olacak, yokluk ve sefalet olmayacaktır.
Ütopya adlı eserinde sosyalist devlet modelini işleyen Tomas Morus memleketi İngiltere’deki adaletsizliklerin ve anarşinin temelinde özel mülkiyeti görmüştür. Onun için hayalindeki devleti bir adada kurar ve orada özel mülkiyeti kaldırır. Ona göre devlet yöneticileri çok sıkı bir eğitimden ve elemeden geçirilmeli ve yetiştirilmelidir. Yöneticiler kendilerini sanat ve bilimle geliştirmeli, boş vakitlerini halk için harcamalıdırlar.
17. YÜZYIL DÜŞÜNCESİ
Rönesans felsefesi ile karşılaştırıldığında 17. Yüzyıl felsefesinin başlıca özellikleri olarak şunları görürüz:
a.     Rönesans felsefesi içinde daha tam oturmamış bir arayış ve atılım görmekteyiz. 17. Yüzyıl felsefesi ise Rönesans’ın sağladığı birikimleri toplamış ve onlardan yararlanmaya başladığından yeni bir düşünce bağlantısı geliştirilmiştir.
b.     Rönesans felsefesi birçok yönlerden antik düşünceyi örnek almıştı. 17. Yüzyıl felsefesi ise bu iki akımı işleniş bakımından birleştirmeye yönelik birleşim kazandırmıştır.

1)MONTESQUIEU (1689-1755)
Mostesquieu’ya göre Tanrı’nın yaratıcı ve koruyucu olarak olan evrenle daima bağlantısı vardır. Evreni belli yasalara göre yaratmış ve kurallar koymuştur. Tanrı kuralları bildiğinden ve onlara güç yetirdiğinden yaratmış, uygulamış ve uygulamaktadır.
                                                     2)JEAN JACQUES ROUSSEAU (1712-1778)
a) doğal yaşama dönemi: İnsan iradesi ile kendisini dış dünyaya karşı koruyabilmektedir. İşte insan ile hayvan arasındaki fark “insanın özgürlük bilincine sahip olduğunu” bilmesidir.
b)İnsanlar arasında eşitsizliğin nedeni: Ona göre fiziki eşitsizlikler insanın vücut yapısının sonucu olmayıp, kişinin yetiştirilmesinden ve eğitim biçiminden kaynaklanmaktadır. Eğitim kültürlü olmayanlar ile kültürlüler arasında farklılıklara yol açtığı gibi değire taraftan kültürlü olanlar arasında da farkı arttırır.
c)Sosyal sözleşme: Hiçbir insanın diğeri üzerinde doğal olarak bir otorite kurmaya hakkı yoktur. Çünkü kuvvetten hak doğmaz, insanlar ancak meşru iktidarlara boyun eğmek zorundadırlar. Meşru otoritenin kaynağı ise toplumda anlaşma ile olabilir. Toplum yönetimi sözleşme ile olduğu gibi en eski ve tek doğal toplum olan ailede otoritenin kaynağı anlaşmaya dayanmaktadır. Bu anlaşmaya “sosyal sözleşme” denir. Sosyal sözleşme ile toplumun her ferdi varlığını ve gücünü genel iradenin yönetimine teslim etmekte ve her bir insan bütünün bölünmez bir parçası olmaktadır. Böylece bu sözleşme ile kolektif bir bütün oluşmaktadır. İşte bu kolektif varlık devlettir.
d)Yasalar: Adaleti sağlayan yasaların kaynağı tanrıdır ve hükümetlere de yasalar gereklidir. Kaynağını akıldan alan evrensel yasalar vardır. Fakat bu yasaların karşılıklı olması gerekmektedir yani yaptırımları içermelidir. Eşitlik herkesin gücünü yasalara uygun olarak ve şiddet kullanmadan kullanmasıdır. Yoksa eşitlik zenginliğe sahip olmak demek değildir.
e)Yönetim biçimleri: Hükümet, toplumun belirlemiş olduğu görevliler, yöneticilerdir. Bunlar özgürlükleri korur ve yasaları uygular. Yönetim görevini halkın büyük kesimi yaparsa buna demokrasi denir. Yönetim azınlığın elindeyse aristokrasi vardır. Yahut yönetim tek kişinin elindeyse buna monarşi denir.
Ona göre demokrasi en mükemmel yönetim şeklidir fakat insanlar arasında uygulanması imkansızdır. Zaten gerçek demokrasi hiçbir zaman olmamış ve olmayacaktır. Rousseau’ya göre monarşiler varlıklı toplumlar için, aristokrasi orta zenginikteki ülkeler için demokrasi ise yoksul ülkeler içindir. Diğer taraftan devletler üretici değil, tüketicidirler. Bu bakımdan kişilerin ihtiyazçlarından fazlasını üreterek devlete gelir sağlamaları gerekir.
Bir bakıma en iyi yönetimin ne olduğu sorusundan çok toplul “ iyi mi kötü yönetiliyor” sorusunun sorulması gerekir.


     


Hafta 3: Eski Türkler ve İslamiyet'te Siyasi Düşünceler

ESKİ TÜRKLER VE İSLAMİYET’TE SİYASİ DÜŞÜNCE
Eski Türklerde toplumun çekirdeğini kan bağına dayalı aile sistemi oluşturur. Türkler aileye “oguş”, büyük aileler birliğine “urug” veya “oba” derlerdi. Türkler aileye (bod, kabile), bunların birleşmesinden de siyasi birlik olan boylar birliği (millet) meydana gelir. Boy beyleri cesareti ve doğruluğu ile tanınmış kimselerden seçim yolu ile seçilirdi. Bodunların siyasi birlik içinde yapılanması, daha büyük bir siyasi oluşum olan devleti oluşturmaktaydı. Bodunların başında arazinin genişliğine ve halkın çoğunluğuna göre yabgu, şad, ilteber, hakan gibi ünvanlar taşıyan idareciler bulunuyordu. Hakan, vergi ve asker toplama, maliye ve kültürel işleri düzenleme, orduyu sevk ve idare etme, adliye işlerini düzenleme, yasama ve yürütme görevlerini yürütürdü.
Herhangi bir toplulukta, yüksek tabakanın oluşmasına geniş araziye sahip olmak, askerliği meslek edinmek ve ruhani zümreye mensup olma özelliklerinden birisi veya birkaçı yol açar. Eski Türklerin sosyal hayatlarında bu üç faktör olmadığından sınıf toplumundan söz edemeyiz. Dolayısıyla İslam’dan önceki Türklerde sosyal bir ayrıcalık söz konusu değildir.
İlk Türk devletleri ya birden fazla aşiretin anlaşarak birleşmesiyle ya da güçlü bir aşiretin diğer aşiret ve boyları egemenliği altına alarak kurulurlardı. Devleti yöneten han soyunun kutsal ve tanrısal bir dayanağı olduğuna inanılırdı. Bu inanışa “kut” anlayışı denirdi. Devleti yöneten hükümdar ailesi kutsal sayılınca, yönetme yetkisi de kutsal sayılırdı. Yönetme yetkisi sadece devletin başında bulunan hakana ait değildi, tüm hükümdar ailesine aittir. Aile üyeleri arasında hükümdarlardan sonra en yetkili kişi hakanın karısıydı (hatun). Hatunlar devlet işlerinin görüşüldüğü kurultaylara katılırlar ve yabancı elçileri kabul edebilirlerdi.
Ülke genelinde vergi ve asker toplama, orduyu düzenleme ve komutanlık etme görevleri ile yargıyı yerine getirme hükümdarın sorumluluğu altındadır. Dolayısıyla, hükümdar keyfe keder bir yönetim sergilemek yerine ata yadigarı devleti koruyucu bir misyon yüklenmis oluyordu.
Selçuklu ve Osmanlılarda asırlarca uygulanan ve önemli sonuçlar elde edilen toprak ve askeri düzenin esasını “toprak, hakanın mülküdür” kuralı oluşturmaktadır. Bu düzen bir yandan sömürücü toprak aristokrasisinin oluşmasını engellemiş diğer taraftan topraksız topraksız esir köylü sınıfının oluşmasını da engellemiştir. Ayrıca bu sistem bir yandan sosyal adalet ilkelerine daynan sağlam ve sıhhatli bir toplum meydana getirirken, bir yandan da birbirine yakın, birbirini seven cirbirine dayanan aynı ekonomik ve külütürel yaşantı içinde olan toplumun devamını sağlamıştır.
İSLAMİYET’TEN SONRA GELİŞEN SİYASİ DÜŞÜNCE
Medine döneminde Müslümanların yanında Yahudi ve putperestlerin de bulunması Hz. Muhammed’i toplumun siyasi lideri yapmıştır. Peygamberin Medine döneminde, yasama ve yürütme yetkisini, ordu komutanlığını üzerine aldığı, aynı anda hem hukuk hem de siyasi bakımdan otorite olduğu görülür.
Hicretten hemen sonra Medineliler ile Yahudi ve Hritiyanlar arasında imzalanan Medine Sözleşmesi yeni kurulan Medine Site Devleti’nin anayasası niteliği taşıyabilir.İmza koyan tarafların etnik ve dini kimlikleri bir yana, sözleşme metni din ve vicdan özgürlüğü açısından son derece önemli hukuki ve siyasi bir belgedir.
Peygamberden sonra gelişen ve bugün dahi tartışılan halifelik kavramı içerisinde meşruiyeti tartışılmayan 4 halifeden sonra Muavi ile birlikte kılıç zoruyla halifelik gelişmiştir. Daha sonra halifelik makamı batı soyluluğu gibi babadan oğula geçmiştir.
19. yüzyılda İslam dünyası demokrasi ile tanışmaya başlamıştır. 1861 yılında Tunus anayasa ilan eden ilk Müslüman ülke olurken onu 1876 tarihinde Osmanlı takip etmiştir. Daha sonraları özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra İslam ülkelerinde anayasal hareketler hız kazanmıştır. İslam alimlerine göre çogunlukla verilen kararın adaleti sağlamanın en baş koşulu olduğu düşünülürse monarşinin günümüzde sayısı azımsanamayacak seviyede İslam ülkelerinde görülmesi büyük bir ikilem doğurur.
İslam inancına göre siyasi iktidarı elinde bulunduranlar, sınırlı bir takım hak ve yetkilere sahiptir. İktidar sahipleri hak ve yetkilerini kullanırken, adalet ve doğruluktan ayrılırlarsa, toplumun idarecilere itaat etmesi gerekmediği gibi toplumsal bir direniş de makuldür. Tunus’ta başlayarak anayasal diktatörlere kafa tutan Arap Baharı bunun bir örneği olarak gösterilebilir. Bugün Suriye’de yaşanan iç çatışmanın mezhepsel yönünü bir kenara bırakırsak bunun da diktatör Esad’a karşı bu ilke gereği olduğunu söyleyebiliriz. Türkiye’de Y kuşağı olarak adlandırılan 90 kuşağı gençlerin iktidarın hak ve yetkilerini fazla aştığını iddia ederek sokaklara dökülmesi İslami bir portre sunan iktidar partisini hiç yumuşatmamış ve Peygamber’in adil olmayan liderlere karşı direnebilirsiniz sözünden bihaber bir tutum sergilemişlerdir. Burada dinin her hangi bir yerinde liderlere karşı kayıtsız şartsız itaat etme anlayışının olmadığı vurgulanmış ve günümüzde görülen yeni sosyal hareketlerin din tarafından da meşru kılındığı vurgulanmak istenmiştir.
1 YUSUF HAS HACİP (KUTADGU BİLİG)
Yusuh Has HAcip Kutadgu Bilig’de sosyal statünün belirlediği sınıf ayrımını yok saymıştır. Sınıflaşmayı önleyici sosyal mekanizmalar öneren Hacip halkı hiçbir zaman farklı ve ayrıcalıklı davranışlarla karşılaşmadığı bir insan topluluğu olarak görür. Toğlumun her kesimini ayrım gözetmeksizin yüceltmeyi amaçlar ve devleti halka hizmet etmekle yükümlü bir mekanizma olarak tanımlar. Yusuf Has Hacip bir çok siyasi düşünürden önce sosyal devlet ilkesinin gerekliliğinden söz etmiş ve vahşi kapitalizmin insanı köleleştiren tutumuna asırlar önceden bir eleştiri, insanlara da bir uyarı yapmıştır. O toplumu sosyo-ekonomik açıdan 3’e ayırmıştır; “halk arasında kuvvetli olanlar”, “zenginlerin yaptıklarını yapamayacak olanlar” ve “korumaya muhtaç fakirler”. Her grubun da devlete olan yükümlülükleri güçleri ölçüsünde olmalıdır.
Yusuf Has Hacip aklı soylu olmanın virinci koşulu sayar. Buna göre toplum içinde statü ve saygınlık kazanmak soya veya varlığa göre değil akla, bilgiye, erdeme ve yeteneğe bağlıdır. Eserinde devleti herkese –ayrım gözetmeksizin- hayat hakkı tanıyan sosyal bir olgu olarak tanımlaması da aslında soyun veya varlığın devlet nezdinde ayrımcılık kriteri olmasını eleştirmesindendir. Kanun karşısında eşitliği de savunan Hacip doğruluktan sapan hükümdarın da kanuna hesap vermesi gerektiğini savunarak hukuk devleti ilkesinden de ayrıca söz etmiştir. Sosyo- ekonomik olarak ayrıştırılan toplum incemelesinde ise dikkat çekici diğer unsur bu kategoriler arasında geçişin devlet tarafından engellenilmediği gibi teşvik edilmesi gerektiğidir. Ona göre halkın zalim hükümdarı değiştirme yetkisi en doğal haklardandır.
2 FARABİ (872-950)
Türk filozogu Farabi “El Medineti’l Fazıla” (Erdemli Toplumun İlkeleri Üzerine Kitap) isimli eserinde ideal devletin nasıl olması gerektiğini işlemiştir. Farabi İslam’da siyaset felsefesin temelini atan kişidir. Ona göre insanları toplum halinde yaşatan doğal zorunluluktur. İnsan toplum içinde yaşamadıkça mutlu olamaz.
Platon’un “Devlet” isimli eserinde görülen ütopik devlet düzenine benzer düşünceyi Farabi de taşır. Eserinde insanların bir arada yaşama ve en üst düzey teşkilatlanmadaki itici unsurları sıralayan Farabi olası 4 sonuca varmıştır:
-         Tüm varlıklardaki düzeni gören insan toplulukları, kendi aralarında böyle bir sistem kurma gereği duymuş olabilirler,
-         Kendi vücudundaki organların çeşitli fonksiyonlarını, beynin organize etmesini örnek almış olabilirler,
-         İnsan medeni bir varlıktır ve tek başına yaşayamaz,
-         İnsanları bir arada tutan şey sevgi ve adalettir, insan mutlu olabilmek için sevgi ve adaleti sağlayacak güçlü bir kuruluşa ihtiyaç duymuş olabilirler.
Ona göre ideal devlet başkanı iyi bir fiziki yapıya, sağlıklı anlama ve değerlendirme yeteneğine, kıvrak zeka ve güçlü hafızaya, doğruluk ve dürüstlük tutkusuna, yeme, içme, oyun, eğlenme gibi kaba hazlara sahip olmama, adalet sevgisine ve kararlılığa sahip olmalıdır. Eğer bu nitelikler 6 kişide ayrı ayrı barınıyorsa o devleti 6 kişi yönetebilir. Hacip bu durumda ideal bir devlet biçimden söz etmiyor sadece ideal bir devletin nasıl yönetilmesi gerektiğine vurgu yapıyor.
            3 IBN-I HALDUN (1332-1406)
            Ona göre insanın var oluş iradesi bütün zorlukların temelini oluşturur. İnsan hem kendisini korumaya hem de ihtiyaçlarını karşılamak için bir topluluğa ihtiyaç duyar. İnsan, içinde yaşadığı toplumun aynasıdır ve yeteneklerini içinde yaşadığı çevrenden alır. Diğer taraftan insan iki ayrı varlık dünyasının içinde bulunur biri hayvanlar alemi diğeri ise melekler alemidir. İrade özelliği nedeniye meleklerden, fikir özelliği nedeniyle de hayvanlardan ayrılır. İrade ve fikir gücü, beş duyu ile elde edilen bilgilerin ötesine geçerek, kalıcı olanı belirleme imkanı sağlar.
            Ona göre insan varlığının hayata uygun doğal çevre olmadan, ortaya çıkması ve devam etmesi imkansızdır. Fakat, insan zorunlu olarak başkaları ile beraber yaşarken, yakın akrabalarını uzak akrabalarından, uzak akrabalarını da diğerlerinden ayırma gereği duyar. Burada yeni güç odakları oluşur yani bu odaklardan en güçlü olan başkanlığı alır ve devleti idare eder. Ancak güç ve kuvvete dayanarak gerçekleşen vatan zamanla var oluş amacını kaybeder. Bu noktada adam kayırma başlar yakın akrabaları uzak akrabalara daha sonra da uzak akrabaları diğerlerine karşı koruma güdüsü devletin ortak dayanışma esasına aykırıdır.




8 Haziran 2014 Pazar

Hafta 2: Orta Çağ'da Siyasi Düşünce

ORTA ÇAĞ’DA SİYASİ DÜŞÜNCE
            Yaklaşık 1000 yılı kapsayan bir dönemi kapsayan Orta Çağ’da özellikle Avrupa’da sosyal, siyasi, hukuk ve ekonomik sisteme feodalite denmektedir. Feodal sistemin temel yapısını siyasi, ekonomik, sosyal yapı olarak incelenecek ve daha sonra Orta Çağ’ın önemli siyaset bilimcisi Thomas Aquinas’ın Doğal Hukuk analizini inceleyeceğim.
a)    Siyasi Yapı:
Bu sistemde usta savaşçıların devlet yerine kişilere bağlı olması nedeniyle merkezi bir devlet otoritesinden söz edemeyiz. Merkezi devlet iktidarı parçalandığından halk merkezi otorite yerine feodal beylere (dere beyler) bağlıdır. Toprağa sahip olan üzerinde yaşayanlara da sahip oluyordu. Dolayısıyla adalet de bu dere beyler tarafından kurulan mahkemelerce sağlanıyordu. Derebeylik varken de kral vardı fakat kral hiçbir zaman bir derebeyine bağlanmadığı gibi hiçbir derebeyi de kendilerini kral ilan etmemişlerdir. Derebeylikler de kendi aralarında 3 gruba ayrılılar.
i)toprakları üzerinde tam egemenliğe sahip olanlar: baron, dük, kont, marki gibi
ii)sadece yargı yetkisine sahip olanlar
iii)egemenlik ve yargı yetkisine sahip olmayanlar.
b)    Ekonomik Yapı:
Akdeniz’in Müslümanların eline geçmesiyle Avrupa toplumunda ticaret zayıflamış ve tüccar sınıfı ortadan kalkmıştır. Alış verişte altın para yerine düşük ayarlı gümüş ve bakır paralar yaygınlaşmıştır. Şehir hayatı önemini yitirmiş fakirlik artmıştır. İnsanlar kırsal alanlarda toplanmaya başlamış ve tarım tekrar önem kazanmıştır. Avrupa’da bu karanlık çağı en fazla yaşayan ülkeler Almanya, Fransa ve İtalya gibi ülkeler olmuşlardır. Geniş toprağa sahip olan dere beyler, malikanelerinde hem ekonomik hem de siyasi gücü ele geçirmişlerdir. Memurlar ve orduda görev alacaklar malikane sahipleri arasından seçilmeye başlanmış toprak sahibi senyörlerin malikaneleri sosyal, siyasi, hukuk işlerinin görüşülüp karara bağlandığı ayrıca büyük bir tarım işletmesine dönüşmüştür. Topraksız insanlar her bakımdan bağımlı köle statüsüne geçmiştir.
c)     Sosyal yapı
Sosyal yapı; soylular, rahipler, köylüler ve sefiller olmak üzere dörde ayrılmaktadır. Sosyal sınıfları ortaya çıkaran en önemli özellik toprak sahibi olup olmamaktır. Bu da hem siyasi hem de hukuki eşitsizliği beraberinde getirir.
i)                   Soylular
Soyluluk değerleri babadan oğula geçen bir özelliktir. Malikane sahibi soylular, barış zamanı bütün işleri buradan yönetirken, savaş zamanı şövalye olarak bağlı olduğu bir üst feodal beyinin yanında savaşa giderdi.
ii)                 Rahipler
Hıristiyanların bağış ve sadakaları ile güçlenen kilise zamanla büyük topraklar elde etmiş, büyük ekonomik güce kavuşmuştur. Kilise, manevi ve siyasi gücünü kendi lehine kullandığı gibi ekonomik sıkıntı içinde olan senyör ve prenslere de ödünç yardımda bulunmuştur. Böylece Orta Çağ sosyal yapısında kilise ve rahipler soylular gibi en üst seviyede yerlerini almışlardır.
iii)               Köylüler ve sefiller
Senyörden izin almadan hiçbir şey yapamaz, onun olmaktan kurtulamazlardı. İşlediği toprak ve kullandığı araç gereçler senyörün olduğu için satamaz, mirasçı olamazdı. Kendi yıllık ihtiyaçlarını aldıktan sonra geri kalan geliri efendilerine teslim ederlerdi. Soylular yöneten, bunlar yönetilen oldukları için her hangi bir siyasi hakları da yoktu.

Orta Çağ’da siyasi düşüncenin temel kaynakları: Platon’un görüşleri, Aristo’nun görüşleri, Stoaizm, Romalı hukukçuların görüşleri ve Hristiyanlık ilkeleridir
             Orta Çağ felsefesi, antik Yunan felsefesinin Hristiyanlaştırılmasıdır. Bu felsefeye skolastik düşünce denmiştir buna göre din adamı yetiştirmek öncelikli amaçtır. Orta Çağ siyasi düşüncesini en fazla etkileyen Hristiyanlık ve Hz. İsa adaletsiz ve ezilen sınıf ayrımına dayalı Roma İmparatorluğunu eleştirmiş, herkesin eşit olduğunu savunmuştur. Fakat dinin yayılmasına öncülük eden Pavlus ise Roma topluluğumda yaşayan herkesin hükümete itaat etmesini istemiştir. Böylece Hristiyanlık köylülere ve kölelere eşitlik vaat ederken soyluların ve asillerin korkmayacağı bir din olmuştur.
             Güçlenen kilise ile siyasi iktidarın çatışması kaçınılmaz olduğundan din ile devlet ilişkileri bakımından pek çok devlet biçimi geliştirilmiştir. Bunlar;
1)    Kilisenin üstünlüğünü savunanlar (teokrasi)
2)    Siyasi iktidarın üstünlüğünü savunanlar (Bizantinizm)
3)    Bağımsız iki ayrı görüşü savunanlar
4)    Dinin siyasi iktidarın kontrolünde olması gerektiğini savunanlar (laiklik)

Kısaca özetlersek;
5-7. yüzyıl: kilise babalarının felsefesi (patristik felsefe)
8-16.yüzyıl: Skolastik felsefe. (Değineceğimiz Thomas Aquino bu felsefenin önemli isimlerindendir.)
Thomas’ın siyasi görüşleri:
Thomas, Aristo gibi insanı sosyal bir varlık olarak kabul etmektedir. İnsan tek başına yapamayacağı şeyleri toplu olarak elde edebileceği için toplum halinde yaşamak zorundadır. Ona göre devlet, Tanrı istediği için olmuştur. Bundan dolayı kurallar uymak bir zorunluluktur. İnsanın erdemli olmasında ve tanrıya yaklaşmasında devlet kaçınılmazdır. Ancak erdemli olmada ve kurtuluşa ermede kilise aracılık ettiği için kilise devletten daha üstündür.
       Thomas’a göre insanın tutum ve davranışlarının ölçüsü akıldır. Yasalar 1 tane değil değişik ve çeşitlidir. Bunlardan birincisi tanrının koyduğu ölümsüz yasalardır. Her şey ölümsüz yasalara göre yapılmalıdır. İkinci olarak doğal yasalar gelir. İnsanoğlu doğal yasalarla, ölümsüz yasanın gösterdiği yoldan gitmelidir. Bir kimse ya yasa koyucudur ya da yasaya uymakla mükelleftir ancak yasa koyucu da yasalara uymalıdır. Üçüncü yasa ise: insanların yaptığı pozitif yasalardır. Pozitif yasa, ölümsüz ve doğal yasaların özel durumlarda uygulanışından başka bir şey değildir. Yasaların bir birine bağlı olması, tanrı ile insan arasındaki sürekliliği göstermektedir. Pozitif yasaların amacı, ortak iyiliği gerçekleştirmek olmalıdır.
       Sosyal ve siyasi bir varlık olan insanın ihtiyaçlarının karşılanması ve dış tehditlerden korunması için ailenin oluşması gerekir. Ancak ailenin kendini tek başına koruyacak gücü olmadığından ailenin korunması ve eğitilmesi ile adaletin sağlanmasını siyasi bir oluşum sağlayabilir. Bu bakımdan devlet zorunludur. Siyasi iktidarın görevi toplumu oluşturan aileler arasında düzeni sağlamak için adaletle hareket etmeli, ortak menfaati sağlamalı, toplumu mutlu etmeli, ihtiyaçları giderecek önemler almalıdır. Tüm bunlar yapılırken yasalar doğrultusunda yapılmalıdır.
       Toplum iktidarı elinde bulunduranları, içinden çıkarı ve beliler. Fakat siyasi iktidarın kaynağı tanrıdır. Toplumun görevi kaynağı Tanrı olan iktidarı kimin kullanacağını belirlemektir. İktidarı yönetenler; yönetim biçimi olarak aristokrasi, monarşi, politeiadan birisi ile ülkeyi yönetirler. Bunların içerince ona göre en iyisi birlik ve beraberliği sağlamada en etkin gördüğü monarşidir. Eğer monarşi bozulmuşsa karma hükümet iktidarı en iyisidir. İktidar sahipleri zorbalık ve şiddetle yönetime geçmişlerse iktidarları meşru değildir. Tolumun görevi adalet ve toplumun ortak çıkarlarını sağlayacak yöneticileri seçmektir.
Her şeyin yaratıcısı olan Allah mülkün de sahibidir. Mülkiye konusunda Aziz Thomas, Aristo ve kiliseden etkilenmiştir. İnsan, tanırının mülkünden varlığını devam ettirmek için yaralanmalıdırlar. Fakat bencil olmayıp, mülkten fakir ve yoksulların, toplumun yararlanması için de çalışmalıdır.





Hafta:1 Antik Yunan'da Siyaset

Antik Yunan’da Siyaset
Siyaset Felsefesi Antik Yunan’da başlar. Hatta “politika” ve “felsefe” kelimeleri bile Eski Yunancadan çevrilmiştir. Politike, Yunan kentinin (polis) işlerini çağrıştırır. Philosophia ise bilgelik aşkı demektir.
Atina’da yaşamın merkezi olan agoralarda yurttaşlar düzeni kurmak, düzenlemek ve korumak amacıyla müzakereler yapıyordu. Bu da Atina’yı rasyonel siyasal düşüncenin doğduğu yer yapmaya yeterli bir tanımlamadır. Bu müzakereler günümüz demokrasi anlayışının doğuşu simgeler niteliktedir. Demokrasi de Yunanca bir kelime olup, halkın yönetimi anlamına gelmektedir. Yunan düşünürleri, 3 yönetim şekli üzerinde çok durmuşlardır. Bunlar; monarşi, oligarşi ve demokrasidir. Monarşi bozulduğunda tiranlığa( tek kişinin zorbalığı), aristokrat yönetim bozulduğunda oligarşiye (bir zümrenin zorbalığı) dönüşür. Demokrasi ise en risklisidir o bozulduğunda anarşi ortaya çıkar.
Günümüz demokrasi anlayışında bu nimet tüm vatandaşlar içinken Antik Yunan’da vatandaş tanımı köle olmayan özgür insanları kapsadığından köleler agoralardaki müzakerelere katılamıyorlardı. Bu da günümüz demokrasi anlayışı ile antik demokrasi arasındaki farkı ortaya koyar.  Yunan sitesinde, site yönetimine katılanlar özgür olanlardı. Yani özgür olmak demek, site yönetimine ve yasaların yapılmasına katılmak demektir.  Sitede yaşayanların bir kısmı, doğuştan gelen, başkalarına devredilemeyen haklara sahipti. (Günümüzde bu hak sadece kişilik hakkı için geçerlidir ve Türk Medeni Kanunu’nda kişinin kendi iradesiyle bile bu haklardan vazgeçilemeyeceği belirtilir.) Geri kalanlar ise hiçbir zaman bu hakları elde edemezlerdi. Her iki taraf için, yetki sınırlarını kesin çizgilerle belirleme diye bir hukuki düzenleme veya örfi yasa yoktu.
Öyleyse Antik Yunan’da sınıflar arası dengeyi korumak adına siyaset yapılmıyordu demek doğru mudur? Elbette değildir, Yunan demokrasisinde sınıflar arası dengeyi bozmadan site yönetimini idare etme anlayışı vardır. Eski toprak sahibi aristokratlar, devler yönetiminde görev alırlardı. Zamanla Atina’da gemi yapımcıları ve denizciler güçlenince iktidara ortak olmak istemişlerdi. Bunlar toprak aristokratlarına karşı mücadeleye girişmiş, diğer vatandaşların da desteğini alarak iktidara katılmışlardı. Ticaretle uğraşanların, iktidara ortak olması, hem demokrasinin gelişmesine yardımcı oldu hem de demokrasinin eleştirilmesine zemin hazırladı. Çünkü tüccarlar, eski toprak sahibi aristokratlar ve halkın çıkarları arasında çelişkiler başlamıştı. Her sınıf demokrasiyi kendi çıkarlarını koruyacak biçimde savunuyor ve tenkit ediyordu.
Önemli Yunan düşünürlere geçmeden önce Antik Yunan’daki demokrasi anlayışı ile günümüz demokrasi anlayışını karşılaştırmak istiyorum. ABD’nin bağımsızlığını kazanması, Fransız İhtilali günümüz demokrasisinin gelişmesine sağlamıştır. Antik Yunan demokrasiyi büyüten anaysa bu devrimler de demokrasiyi büyüten sütannelerdi. Türkiye’nin demokrasi tarihi Osmanlı’da padişahtan “ne koparsak kardır” mantığıyla ilerlediği için Cumhuriyet Dönemi demokrasisine odaklanmak çok daha makuldür. Demokrasiyle tanışmamız aslında 50 seçimleriyle mümkün olmuştur ki bu dönemde de Antik Yunan’da olduğu gibi bürokrasi sınıfına karşı güçlenen aristokratların halkın desteğini de alarak çıktıkları iktidar yürüyüşünden bahsedebiliriz. Kemalist düşüncenin temsil edildiği CHP bürokrat sınıfını çemberin merkezi almış, çevreye de Demokrat Parti’nin temsil ettiğini savunduğu halkı yerleştirmiştir. Günümüz iktidar mücadelesi de bu bağlamda şekillenmiştir. CHP daha statükocu-Kemalist bir duruş sergilerken DP ise daha İslami ama daha liberal bir görüntü çizmiştir. Demokrasi halkın desteğini almaksa eğer Eski Yunanda yeni aristokrasi tarafından başarılan süreç günümüz Türkiye’sinde  de burjuvazinin bürokrasiye karşı bir zaferinden söz edebiliriz.
Antik Yunan’da Önemli Akım ve Düşünürler
1 SOFİZM
Sofizm kelimesi bilgi anlamına gelen “sophia” dan gelir. Sofist ise bilge kişi, bilgin anlamına gelmektedir. Sofistler siyaset, konuşma, hakimlik, astronomiyi öğretmek için gezici öğretmenlik yapan ve karşılığında para alan insanlardır. Sofist akım, kendinden önceki toplum düzenini her bakımdan yıkmaya çalışan ve her konuda insanı esas alan bir görüştür. Bu akım, mevcut kurulu düzeni her bakımdan yok etmeye çalışırken yenisi konusunda bir görüş belirtmez.
Sofistler felsefenin konusunu “doğa” dan “insan” konusuna çevirmişlerdir. Buradaki amaç, Eski Yunan’da yeni başlamış olan yeni demokrasi hareketine, politika işinde yararlı, becerikli insanlar yetiştirmektir. Bilgi anlayışları göreci ve pragmacıdır. Bilgi ancak duyu organları ile elde edilen bir takım sanılardır (doksa/kuruntudur) ve bunlar insandan insana değişir.
2 SOKRATES (M.Ö. 449-399)
Ona göre erdem, doğuştan kazanılan bir yetenek olmayıp, sonradan öğrenilerek elde edilir. Hayatın amacını mutlu olmak olarak tanımlayan Sokrates insana kendisini tanıyıp kendisini neyin mutlu edip etmeyeceğini bilme misyonu yüklemiştir. Gerçek mutluluk, insanın kendisine hakim olması ve ölçülü hareket etmesi ile sağlanır.
Sokrates, zamanındaki toplumu ve demokratik yönetimi beğenmiyordu. Ona göre Atinalı vatandaşlar ve yöneticiler kanunları kendi çıkarları için koymuşlardı. Diğer taraftan vatandaşlar ve yöneticiler görevleri olan politika ve kamu işleri hakkında bilgisiz kişilerdi. Ona göre en büyük sorun toplumun ve yöneticilerin yeterince erdemli olmamalarıydı. Oysa vatandaşlar ve yöneticiler kendilerini erdemli olarak yetiştirmeliydiler. Sokrates, yönetime gelenlerin seçimle veya kura ile başa geçmelerine anlam veremiyordu. Ona göre siyaset filozofların işiydi ve onlar yapmalıydı. O, bu görüşü savunurken sıradan bir aristokrasiyi değil erdemli bir aristokrasiyi arzuladığını gösteriyordu.
            Günümüzde bu anlayışının elitist olması nedeniyle eleştirileceğinden emin olmakla birlikte dağdaki çobanın oyu=sarışın mankenin oyu denklemine de destek olmayacağına da eminim. Elbette siyaset bilimi başlı başına bir bilim olmakla birlikte çok derin bir felsefesi de vardır. Günümüz 4 şeritli yol siyasetinin bu tartışmalar için yeterince olgun olmadığından da herhangi bir kuşku duymuyorum.
            3 PLATON (EFLATUN/ M.Ö. 427-347)
            Ona göre ne kendisinin yaşadığı Atina toplumunun ne de diğer site devletlerinin insanlara mutlu hayat vermesi mümkün değildir. “Kişiyi mutlu edecek toplum yapısı nasıl olmalıdır? Nasıl bir devlet insanları mutlu eder?” Platon bu sorulardan hareketle insanın, kendi başına ihtiyaçlarını karşılayamayacağını ve kendi kendine yetmeyeceğini, dolayısıyla toplu yaşamak zorunda olduğu sonucuna varır. İnsanların toplu yaşama zorunluluğuna “toplum düzeni” adını verdi.
            Ona göre ideal devlette insanlar 3 gruba ayrılırlar. İlk ve en alt sınıfı üreticiler, ikinci sınıfı koruyucu ve savaşçılar, üçüncü ve en üst sınıfı yöneticiler oluşturur. Bilgelik, cesaret, ölçülü olmak ve adalet, erdemlerinin özellikleri olduğundan, bunlar devlet yönetimi ile ilgili ilkeleri belirler, yasalar koyarlar.
            Platon, idealizmi savunur. İdealizm, her çeşit düşünce ve varlığın, düşüncenin ürünü olduğunu savunur. Ona göre birbirinden farklı 2 evren vardır. İdealar evreni ve gördüğümüz dış dünya. İdealar evreni, başlangıcı ve sonu olmayan ideal varlıkların evrenidir. Görünüşteki evren sürekli değişir ve bunlar idealar dünyasının bilgilerinin sadece gölgeleridir. Plato “mağara metaforunda” buna değinir. 2 tür evren ve 2 tür bilgi olduğuna göre, yapılacak olan, nesneler evrenindeki her şeyi idealar evrenine benzetmek gerekir. Yani nesneler evreninde değişmeyen kurallar konulmalıdır. Dolayısıyla devlet yönetiminde belli prensipler konulmalıdır ki sürekli değişip bozulmasın. Ayrıca yöneticiler gerçek olmayan bilgilere sahip olan çoğunluktan değil, akıl gücü yüksek olanlardan olmalıdır.
            Platon, sitenin iyi yöneticiler ve muhafızlara sahip olabilmesi için mülkiyet ve aileyi düzenlemek istemiştir. Buna göre ideal devlette muhafızlar mal-mülk edinemeyecektir çünkü eğer edinirlerse devleti ve düzeni korumaya değil kendi mülkiyetlerini korumaya yönelirler. Ona göre yönetici ve muhafızlar için aile gereksizdir. Bu sınıftan olan kadınlar eğitildikleri takdirde erkeklerin yapabilecekleri işleri de yapabilirler. Yani kadının bir erkeğin işlerini de yapabileceğini söyleyen ilk erkek filozof Platon olmuştur. Kolektif evliliği savunan Platon’un amacı yönetici ve savaşçı kesimleri korumak ve bozulmalarını önlemektir.
            Platon’a göre adalet ancak eğitimle sağlanabilir. Eğitim önce muhafız ve yöneticilerden başlar. Savaşçılar otuz yaşından itibaren hem görevlerini yapacaklar hem de felsefe ve diğer konularda ders alıp, kendilerini eğiteceklerdir. İşte bunlar filozof krallardır. Buradan hareketle filozof için iyi bilen cesurlar demek yanlış olmaz. Filozoflar devleti yönetmedikçe ideal bir devlet olmayacağı gibi devletin ve vatandaşların dertleri bitmeyecektir. Platon’un varmak istediği esas sonuç, var olan sosyal sınıfların bozulmalarının önlenmesi ve korunmasıdır. Önemli olan siyasetle uğraşan kesimin doğal yeteneklerinin ve ahlakının bozulmasını önlemektir.
            Platon’un yeni devlet anlayışında dinin çok önemli bir rolü vardır. Ona göre evrende tek yetkili olan tanrıdır. Tanrı’nın dünyayı iyiye götürecek bir planı vardır ve bu matematiğin devlet yönetiminde de kullanılması gerekir. Ona göre bilgeliği ve aklı esas alan monarşi ile özgürlüğü esas alan demokrasinin karışımdan anayasa yapılmalıdır. Yani anayasa karma olmalıdır. Yine de Platon’un monarşiye olan tutkusu demokrasiden çok daha fazladır. Ona göre adalet ise devlette başkalarının işine karışmadan herkesin yeteneğine göre kendi işlerini yapmasıdır.
            Platon ideal devlet planını çizerken tüm kötülüklerden arınmış bir devletten söz eder.  Dolaysıyla erdemli kişilerin karma anayasa ile birlikte benimsenecek adaletle ideal devlete ulaşması imkansız değildir.
            4 ARISTOTELES (M.Ö. 384-322)
            Aristo özel mülkiyetin varlığının insanlara üretim arttırmak için daha fazla motivasyon sağlayacağını ve bunun da daha zengin bir devlet için ilk aşama olduğunu söyler. Ancak özel mülkiyetin yarattığı maddi uçurumlar istikrar ve düzen için bir tehdittir. Çok zengin ve çok fakir olan vatandaşlar özgür olamazlar. Efendi-köle anlayışından öteye geçemezler. Oysa Aristo’ya göre devlet eşit siyasi haklara sahip özgür insanlardan oluşmalıdır. Bunlar da orta sınıfta bulunurlar. Ancak o bunları söylerken köleliğe liberal bir eleştiri getirmez kölelik ona göre çok doğal bir kurumdur ve olması zorunludur. Sitede hürler ve köleler olmak üzere iki tabaka vardır. Özel mülkiyet tartışması zaten hürler arasında geçer. Aristo sosyal yapıyı değerlendirirken “…öküz, yoksul kişinin kölesi iken, köle de zengin kişinin kölesidir” demiştir.
            Ona göre kanunlar en üstte olmalıdır. Kanunlar üstün nitelikte olmalı, en üst seviyedeki erdemli insanların bile kanun üstü olmamalıdır. Hukuka gelince “isteklerin etkisi altında kalmamış olan akıl” demektir. Aristo, egemenliği elinde tutanların aşırıya kaçmamaları ve devleti kendi arzularına göre yönet(e)memelerinin bir tek kanunun üstünlüğü ilkesiyle sağlanacağını savunur.
           
            Günümüz iktidar tartışmalarına başlatan Antik Yunan’daki bu düşünürler ve akımlar demokrasi, siyaset ve felsefe gibi pek çok alan yaratmış ve ideal devlet ve toplum yapısından söz etmişlerdir. Bugünkü hegemonik yapının belirlediği siyasi tartışma ve kavramların anlaşılmasında antik yunandan pek çok katkı bulabileceğimiz gibi tartışmasız olağan günceli tartışırken de bunlardan faydalanılmalıdır.
           
Bu konuda tavsiye edilecek kitaplar: Larry Arnhat'dan SİYASİ DÜŞÜNCE TARİHİ, Plato'dan DEVLET, Hasan Karaköse'den SİYASİ DÜŞÜNCE TARİHİ, Plato'dan SOKRATES'IN SAVUNMASI, Esat Çam'dan DEVLET SİSTEMLERİ, David Thomson'dan SİYASİ DÜŞÜNCE TARİHİ...